Categories
Thoughts

The Dream!

Tekrardan merhaba. Bu sefer Türkçe yazıyorum. Bugün 14 Mart Pazartesi saat 02:00, Milano’da son 10 günüm. Yazmam gereken şeyler var. Çok birikti, aylardır aklıma gelen şeyleri twittera yazıp yazıp siliyorum. Paylaş butonuna basamıyorum. Biliyorsun işte malum sebepler, eleştiriye katlanamıyor kimse. Başımıza bela olmasınlar sonra.

Bu yazıyı Disney’in 2020 yılı yapımı Soul adlı animasyonunu izledikten sonra yazmaya başladım. Filmi Meryem önerdi ve izledikten sonra film hakkında bir yazı yazmamı istedi. Evet, ödev verdi. Filmi başlatırken yazma fikri aklımdan çıkmıştı ama film o kadar ince yerlere dokunduki, bu yazı ödevim olmasa bile yazılması gerekiyordu. Yavaştan başlayalım o zaman. Filmi izlemeyenler için Bu yazı spoiler içerir.

Varsayılan

Film hakkında çok konuşmayacam, film ile hayata kendi bakış açım arasındaki benzerliklere değinmek istiyorum. Son zamanlarda tam zamanlı bir işte çalışmadığım için sosyal medyada normalden daha fazla zaman geçirdim. Instagram’da karşıma sürekli şey videoları çıkıyor; hayatta herkesin sevdiği bir şey var ve onu yapmalı, onu bulana kadar yeni şeyler denemekten vazgeçme, herkes varsayılan olarak bir şeyde yatkın/yetenekli olarak geliyor bu dünyaya, onu bulana kadar aramaya devam, onu kesin bulacaksın çünkü orada bir yerlede seni bekliyor.. Ya bu nasıl bir saçmalık? Bu arada bu videoları sadece Türkçe değil çoğunlukla İngilizce görüyorum. Yani sorun sadece Türkiye’deki algının bozuk olması falan değil. Yüzbinlerce like alıp, binlerce kez paylaşılıyor bu videolar. Ne yazık ki benimde içinde bulunduğum bir neslin gerçeklik algısı değişiyor.

Kıvılcım

Abicim bak, hayat bu kadar basit değil. Yaradan seni yaratırken yeteneklerini set etmedi. Sen o yetenekleri, ilgileri, merakları, hepsini dünyada edindiğin tecrübelerle oluşturuyorsun. “Hayatta iyi olduğun bir şey var, onu bulana kadar aramaya devam etmelisin”, yalan. Hayatta iyi olduğun “bir” şey yok. “Bir” şeyde iyi olup severek yapmak zorunda da değilsin. Hayatta iyi olduğun, severek yaptığın bir çok şey olabilir. Filmde “find your spark” dediği şey yaratılışında sana atanan yetenek değil. Nelerden zevk aldığını bulmalısın evet ama bu bir meslek olup bundan para kazanmak zorunda değilsin. Ben güneşin batışını izlemekten zevk alıyorum. Hayatımı bundan kazanıp, geri kalan günlerin güzel geçmesini bekleyemem. Güneşin batışını izlemeyi seviyorum çünkü özlüyorum. Çünkü her izlediğimde tüylerim diken diken oluyor. Keşke her gün izleyebilsem diyorum ama biliyorumki onu özel yapan şey özlüyor olmam. Filmde bunun yürümek bile olabileceğini gördük. Ama ana karakterimiz Joe bunun sadece bir “işlev” olduğunu düşündüğü için olayı hiç öyle görmemişti. Bulduğun kıvılcım sana hayattan zevk almana yardım edecek, para kazanmana değil.

Sev

Filmde Dez adında bir berber görüyoruz. İşinde çok iyi, belli ki severek yapıyor. Joe saç traşı sırasında Dez ile ilk defa jazz dışında başka bir konu hakkında konuşuyor ve aslında Dez’in eskiden veteriner olmak istediğini, hayatın getirdiği çeşitli mücadeleler sonucu elindeki imkanlarla berber olabildiğini öğreniyoruz. Bu meslekle ilgili sevdiği şeyin berber koltuğuna oturan farklı insanları tanımak olduğunu söylüyor. Joe, Dez’in hep berber olmak için yaratıldığını düşünmüştü ama çok başarılı bir veterinerde olabilirdi. Kader bu noktada devreye giriyor. Dez’in iyi bir veteriner olup olamayacağını hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz ama iyi bir berber olduğunu biliyoruz. Çünkü işini severek yapıyor.

Kader

Kader yazılmış bir senaryo değil. Kader, bir kararlar dizisidir. Burada bunu ingiliççe söylemeyi çok istedim; Destiny is an array of decisions. Her gün uyanıp yaşamak için yaptığın şeyi değiştirmek için geç değil. Geç değil çünkü yapmaktan sıkıldığın şeyi yapmaya devam etmek hala senin tercihin, senin kararın. Konfor alanından çıkmayı göze alabiliyorsan değiştiremeyeceğin bir şey yok. Kaderimizi kendimiz yazıyoruz.

İtiraf

Şimdi size bir itirafta bulunacağım. Bunu daha önce kimseyle paylaştım mı bilmiyorum. Aranızda beni tanımayanlar için kendim hakkında hızlı bir özet yapacak olursam; ilk okuldayken bilgisayara ilk dokunduğum anda bana büyülü geldi ve bir ilgi oluştu. Teknik lisede bilişim teknolojileri, üniversitede bilgisayar mühendisliği okudum. Liseye başladığımdan beri kod yazıyorum. Beni tanıyanlara sorsanız dünyaya kod yazmak için geldiğimi söyleyeceklerdir. Çünkü bu işi severek yapıyorum. Bilgisayar ve teknolojiye sonu gelmez bir merakım besliyorum.

Lisedeyken gelecekte nasıl bir hayat istediğimin hayalini kurardım. Mükemmel bir senaryo vardı; bilgisayar mühendisi olmak, kod yazmak, evden çalışmak, yurtdışında yaşamak. Bugün 25 yaşında, İtalya’nın Milano şehrinde, bilgisayar mühendisi diploması ile evden kod yazarak çalıştığım işimi bırakmış, hayatta gerçekten nelerden zevk alıyorumu sorguluyorum. İlginç değil mi 🙂 Bence de.

Filmde Joe Gardner jazz için yaratıldığını düşünüyordu. Sonunda eline büyük bir fırsat geçti, hayallerini kurduğu performansı sergiledi, hayranı olduğu sanatçının takdirini kazandı. Sonra ne oldu? Dışarı çıktı ve sırada ne var diye sordu. Yarın aynı saatte yine gel, tekrar yapacağız cevabını aldı. Nasıl yani, ne demek tekrar edeceğiz? Evet Bedirhan, her sabah erken kalkacaksın, bilgisayarını açıp başka birisinin fikri için kod yazacaksın, hataları düzelteceksin, yeni özellikler ekleyeceksin, tasarımı düzelteceksin. Evet her gün bunu yapacaksın. Ne oldu artık heyecanlanmıyor musun? Yıllardır halini kurduğun şey bu değil miydi?

Evet, hayalini kurduğum şey tam olarak bu aksiyonler serisiydi ama bu his değildi. Seni çok iyi anlıyorum Joe. Ben kendimin Joe’ya kıyasla daha şanslı olduğunu düşünüyorum çünkü henüz 25 yaşıma yeni girmişken bunu farkettim ve hayatta beni nelerin heyecanlandırdığını biliyorum.

Pes Etmek

Son bir yıldır motivasyonun tanımını yapmaya çalışıyorum. Hala temiz bir tanıma ulaşabilmiş değilim. Motivasyonumu korumak için filmde bahsedip durduğu “spark” yani kıvılcımları yakalamam gerekiyor. Ama öyle zamanlar oluyor ki döngünün içinden bir türlü çıkamıyorsun, kafanı kaldıramıyorsun, hayattan ve gerçeklikten kopuyorsun. Dipsiz bir kuyuda düşmeye başlıyorsun. Ben bu noktada dibe ne kadar sert vurursan o kadar yükseğe sıçrayacağını düşünüyorum. Sonuçta hepimiz insanız, hepimizin iyi ve kötü günleri var. Babanın bile var; bunu ilk fark ettiğimde aslında işleri onun için kolaylaştırmak yerine ne kadar zorlaştırdığımı görmüş ve üzülmüştüm. Neyse bu başka bir konu 😀

Bazen çıktığımız yolculukta pes ederiz, sorgulamaya başlarız. Ben bunu niye yapıyorum? Amacımızı unuturuz. Ben bazen yetersiz, başarısız, tembel bir bok çuvalı olduğumu düşünüyorum. Bu noktada birisinin bana aslında öyle olmadığımı, kendime adil davranmadığımı, hedefimden saptığımı, bu yolculuğa çıkış amacımı hatırlatması iyi geliyor. Başka birisinin ortaya koyduğunuz efora bir değer biçmesi, size iyi olduğunuzu söylemesi yolculuğa çıkış amacını hatırlatabiliyor. Şahsen benim için öyle. Mesela; poster maker projemde geliştirmekten ne kadar yorulduysam, bıktıysam, sıkıldıysam, ben bunu neden yapıyorum diye sorgulamaya başlasam arkadaşlarıma geldiğim son noktayı göstedim. Çünkü ihtiyacım olan şey birisinin iyi yorumu ile uyanmak.

Filmde Joe’nin öğrencisi küçük kız Connie gelip trompet çalışmayı bırakmak istediğini, vakit kaybı olduğunu, amaçsız bir uğraş olduğunu söyledi. Aslında istediği şey “kötü” olmadığını duymaktı. Pozitif bir yoruma, biraz gaza ihtiyacı vardı. Joe’dan bırakmaması gerektiğini duymaya gelmiş, en azından bir direnç göreceğini düşünüyordu. Hikayenin o noktasında Joe’nun vücudunda 22 vardı. Küçük kızın istifasını hemen kabul etti. Küçük kız son bir kez çalmak istediğini söyledi ve trompeti eline aldı. Kendinden geçerek bir performans sergiledi. Küçük kızın kendinden geçerek çaldığını gören 22, ona gerçekten bu işte iyi olduğunu söyledi ve küçük kız sonraki hafta olan derste görüşmek üzere ayrıldı. Aradığı motivasyonu bulmuş, hedefine tekrar yönelmişti.

Bu arada bu sahnede ilginç bir detay fark ettim. Kızın iyi olduğu tek şey trompet çalmak değil, aynı zamanda George Orwell’ın romanlarına karşı bir ilgisi olduğunu görüyoruz. Küçük kızımız Connie’nin sahip olduğu tek “spark” trompte değil diyebiliriz.

Nasıl?

Spark, kıvılcım dediğimiz şey Joe’nun düşündüğü gibi piano çalmak gibi spesifik bir şey değil. Filmde adını unuttuğum hakemsi karakterlerden birisi Joe’ya diyorki; kıvılcımın önemi yok, kişilere amaçlar atanmıyor, kıvılcım ruhun amacı değil. Kıvılcımı yakalamak için yapmakta olduğun şeylere bakış açını değiştirerek bakman gerekiyor. Karnını doyurmak için evine en yakında pizzacıda yemek yiyiyor olabilirsin. Ama pizza senin için gerçekten bir spark ise, şehrin öbür ucundaki en lezzetli pizzacıya gidip her yudumunda keyif aldığın pizzayı yiyebilirsin. Aradaki fark birisi sadece karnını doyurmak için evine en yakın pizzacıda yerken, diğeri karnını doyurma ihtiyacını zevk aldığı bir etkinliğe dönüştürdü. Şehrin diğer ucuna giderken yaşadığı bütün trafik ise pizzadan aldığı zevkin bedeli. En basit deyişle zaman ve enerji harcayarak kendi sparkını yarattı, zevk aldığı bir şey yaptı. Bedelini ödemeye hazır ol.

Sonuç

Joe’nun eline geçen harika fırsat sonrasında yaşadığı hayal kırıklığına yanıt olarak Dorothea ona dediki; “I heard this story about a fish, he swims up to an older fish and says: ‘I’m trying to find this thing they call the ocean.’ ‘The ocean?’ the older fish says, ‘that’s what you’re in right now.’ ‘This’, says the young fish, ‘this is water. What I want is the ocean!’”. Spark dediğimiz şey okyanusun su olması gibi hayatın kendisi. Hayatı nasıl gördüğün ile alakalı. Güneşin doğuşu ve batışı senin için güneş sisteminin bir düzeni olabilir. Benim için güneşin batışı, insanoğlunun oluşturduğu medeniyetin bu olaya gösterdiği adaptasyon sonucu şehrin ışıklarının yanması, gök yüzünün 3 farklı renge bürünmesi, 30 dakika içinde gördüğüm renk paletinin değişmesi büyüleyici bir güzelliğe sahip.

Hayatta alıştığımız ve değerini yeteri kadar bilmediğimiz şeyler, güneşin doğuşu ve batışı, kuşların cıvıltısı, yüksek bir tepeden panaromik görüş açısı, dalga sesleri, bir kedinin tüylerinin yumuşaklığı.. Bunlar aklıma ilk gelenler.

Geçen gün internette şöyle bir sordu gördüm;

How big would you dream if you knew you could never fail?

Ben henüz kendim cevap veremedim ama şunu söyleyebilirim; eğer hayalinin gerçekleşmesi tamamen paraya bağlıysa (örn. bir ferrariye sahibi olmak), materyalist zavallı bir hayat yaşıyorsun. Senin için üzgünüm.

Bir Ferrariye sahip olmak hedef olabilir ama hayal olarak kabul etmiyorum. Tabi hedef olması için daha net olması gerekiyor. Mesela ben; 35 yaşıma geldiğimde 1976 model Porsche 930 turbo sahibi olabilecek ekonomik rahatlığa ulaşmış olmayı hedefliyorum.

Bu sorunun cevabı olarak imkansızı hedeflemelisin. Dünyanın tamamını gezmek (hakkını vererek) için muhtemelen bir insan ömrü yeterli değil. Zamanla vücudunun aynı tempoyu kaldıramayacağın, gittiğin yeni yerlerde hastalıklar kapacağın gerçekliğini unutma. Ya da hakkını aşktan yana kullanabilirsin.

2021 yılı sonuna kadar vücudumun izin verdiği sürece koşuya çıkıyordum. Sevdiğim işi yaptığımı düşünmeme rağmen sabah bir saat daha erken kalkıp 5km 25 dakika 5’00” pace hedefimi tamamlayıp bilgisayar başına oturdum. Bana günlük sparkımı veren 5km 25dk hedefine ulaşmaktı. Yıllardır hayalini kurduğum çalışma kültürü beni motive edemedi. Bir gün aralıksız 20km yi 90 dakikada koşabileceğimi hiç hayal etmemiştim ama koşmak zihnime o kadar iyi geldiki sparkım oluverdi. Güneşin batışını izlemek gibi, dağın zirvesine çıkıp panaromik manzarın tadını çıkarmak gibi, güzel bir anın fotoğrafını çekmek gibi..

Spark dediğimiz şey yolculuğun, The Dream dediğimiz şey ise hayatın kendisi.

Saygılarımla, Bedirhan.